Kabile Modası A.Ş.

Bugüne kadar Dünya’nın dört bir tarafındaki kabilelere yaptığımız ziyaretler sırasında, gözlerimin gördüklerine inanmakta zorluk çektiği, hatta kimi zaman görüleceklere yetişemeyip yorulduğunu hissettiğim zamanlar oldu. Kabilelerin pişirdiği maymun haşlama veya piranha ızgara gibi spesiyalitelerin yanı sıra, kabile büyücülerinin kurban ettikleri hayvanların bağırsaklarından yaptıkları büyüler, hayvan avlamak için kullandıkları zehirli üflemeli oklar gibi farklı yöntemler, atalarının ruhlarının onları koruması için yaptıkları danslar ya da diğer dünyanın ruhlarına güzel görünmek için vücutlarına kazıdıkları dövmeler gibi… Tüm bu sıra dışı olaylara tanık olurken bir kadın olarak incelemekten kendimi alamadığım bir nokta daha oluyordu; ziyaret ettiğimiz kabile kadınlarının takıları ve giysileri… Gezilen yörelerin sayısı arttıkça ise şunu fark etmiştim; Tıpkı büyük şehirlerde olduğu gibi kabilelerin de bir modası vardı. Üstelik Dünyanın en büyük moda evleri onlardan ilham almadan duramıyorlardı… Kabile kadınları yaratıcı, bir o kadar güzel ve el işçilikleri kuvvetli hanımlardı. Üstelik güzellikleri için sonuna kadar acı çekmek konusunda cesurdular.
Renkli Kadınlar

Hindistan’ın farklı eyaletlerine yaptığımız gezi sırasında bir kere bile olsun yağmur yağmamıştı. Ama yağmur sonrası oluşan gökkuşağını hiç aramadı gözlerimiz çünkü birbirinden renkli sarilere ve aksesuarlara bürünmüş Hint kadınlarını görmek onu aratmadı…

İster sokakta dileniyor olsun, ister Hollywood sineması Bollywood’un en ünlü aktrisi olsun, Hindistan kadını her daim renkli her daim bakımlı ve süslüydü.

İnsan Hindistan sokaklarında şöyle bir dolaşınca ister istemez geri döndüğünde gri, siyah ve kahverengi tonlarında aldığı tüm giysileri bir tepe şeklinde bahçeye dizip ateşe verme kararı veriyor. (Ama tabii sadece karar aşamasında kalıyor. )

Vücutlarına doladıkları ama göbeklerini açık bırakan beş metre uzunluğundaki yaldızlı işlemeli kumaşların yanı sıra yüzlerine, kollarına, ayaklarına hatta ayak parmaklarına taktıkları takılar her yoklamada ‘buradayım’ diyordu.

Doğal olarak bir kadın olarak tüm bunları gördükten sonra kendimi Bombay’in sokaklarında kurulan ve Hindistan’ın yüzlerce yıldır değişmeyen modasının sıkı sıkıya takip edilebildiği pazarlardan birinde aldım.

Daha önce dünyanın hiçbir yerinde görmediğim bir takı olan Tikka favorim. Saçlar tam ortadan bölünerek, iki yandan ayrılıp arkadan sıkı bir şekilde atkuyruğu veya topuz şeklinde toplandıktan sonra, saçın oluşturduğu çizgiye takılan ve alna doğru sarkan bu takı, kadına gizemli bir hava veriyor. Sıkı bir pazarlıktan sonra iki tanesini satın alıp çantama atıyorum.
Kadını baştan çıkaran aksesuarlar…

Yine alnın tam ortasına yapıştırılan ve Hintli bir kadının bekâr mı evli mi olduğunu anlatan bir mektup değeri taşıyan bin bir çeşit bindi, yolculuklarını yine çantamda tamamlıyorlar.

Tahta üzerine oyulmuş ve işleme yapılmış Sequin bilezikleri ise çantamda diğer arkadaşlarına katılacağına kolumda buluyor kendini. Yalnız kalmasın diye 2 farklı renkte, iki bilezik daha alıyorum.
Mavi, pembe ve beyaz renklerde 3 adet sâri alıyorum ama farkındayım; artık şirazeden çıktım.

Fotoğraf: Coşkun Aral

Hindistan düğünlerinde gelinlerin giydikleri kıyafet bizimkinin aksine beyaz değil. Farklı canlı renklerden oluşan kumaş ve taşlarla bezenmiş gösterişli bir etek ve göbeği açık tutan bir büstiyerden oluşuyor. Hızımı alamıyor ve bir tane de düğün kıyafeti alıyorum. Hintli koca adayı var mı? Hayır yok. İşin daha kötüsü normal bir koca adayı da yok. Ama dedim ye şirazeden çıktım. Ve içimdeki alışverişçi kadına engel olamıyorum. Tabii ki bu durumda fiyatların çok uygun olmasının da etkisi var.

Otele geri döndüğümde sırtımda derin bir kamburun oluşmasına neden olan yaklaşık 20 adet alışveriş paketime bakıyorum ve işte o an Cüneyt Arkın filmlerindeki gibi elimi havaya kaldırıp şöyle diyorum. ‘Bu seyahat boyunca bir daha alışveriş yapmayacağım. Söz veriyoruuuuum.’

‘Yeminimi bozdduuumm’. Cüneyt Arkın filmlerinden çıkma bu sözü zikredişim bir hafta sonrasına denk geliyor ama benim bir suçum yok…

Yaklaşık 1 hafta kadar sonra yolculuğumuzun Kaşmir bölgesi ayağında, Şhrinagar’ın meşhur ev-teknelerinden bir tanesinde kalıyoruz. Yerel yetkililer zamanında İngilizlerin toprak sahibi olmasına izin vermediğinden İngilizler bu tekne-evleri inşa etmişler. Eski Viktorya devri filmlerinin platosunu andıran ve birer sanat şaheseri olan bu evler geniş ve çoğunda üç oda, bir salon, iki banyo ve bir mutfak bulunuyor. Dal Nehrinin üzerinde bulunan ve son yıllarda daha çok otel amaçlı kullanılan bu evlerde kalmak eşsiz bir deneyimken, ısıtmasının iyi olmaması nedeniyle 2-3 battaniyeyi vücudunuza sararak gezilmesine neden oluyor.

Tam bedenimize sarılı battaniyelerimizin neden olduğu mayışmışlıkla uykuya geçmekle geçmemek arasında bir yerlerdeyken gelen bir tıkırtı ayılmamıza neden olmuştu. Yoksa teknede bir fare mi vardı? Çok geçmeden gerçek anlaşılmıştı. Dal nehri üzerinde yüzen tek şey tekne-ev-otel-buzhanemiz değildi. Satıcılarda aynı şekilde ticarethanelerini ufak teknelerinde kurmuşlardı. Balık, taze meyve sebzenin yanı sıra turistlere takı satmak isteyenlerde geceleri tekneleri ile kapı kapı bu tekne-evleri ziyaret ediyorlardı. Kapıma kadar gelmiş, birbirinden güzel gümüş tikkalar, bilezikler, hal hallar ve kolyeler getirmiş yaşlı ve tatlı bu kadını içeri buyur ettiğimizde “büyük lokma ye ama asla büyük konuşma diyen” anneannemin sözlerini hatırladım.
Güzellik için acı şart!
Picture
iyaret ettiğimiz kabilelerdeki güzelleşme çabaları kültürden kültüre farklılık gösteriyordu. Örneğin Nubalar vücütlarında tahta oymaları andıran kalıcı şekiller veriyorlardı. Bol kanlı ve acılı bu ritüel hala güncelliğini korumakta…

Malezya’nın Sarawak ormanındaki İban üyeleri ve Endonezya’nın Mentawai adasındaki şamanlar küle batırdıkları sivriltilmiş tahta parçalarını kullanarak vücutlarına çiçek şekilleri çiziyorlardı.

Etiyopya’daki Surma kadınları ise bence en fenaları… Kulaklarını ve dudaklarını ortadan ikiye ayırarak içine tabaklar yerleştiriyorlar. Tabak ne kadar büyürse bir Surma kadınının o kadar güzel olduğuna inanılıyor. İnsan onların fotoğraflarına bakarken ister istemez elini kulağına ve dudaklarına götürerek sanki acıyorlarmışçasına ovuşturmaya başlıyor.

Tayland Padang bölgesindeki Zürafa kadınlar ise taktıkları halkalarla boyunlarını uzatmaya çalışıyorlar. Ne kadar uzun boyunlu olurlarsa o kadar güzel olacaklarına inanıyorlar. Oysa sağlıklarını ne kadar riske attıklarının farkında bile değiller. Aslında bu halkalarla boyunlarını uzatmıyorlar. Omur ve gövdeyi aşağı itmiş oluyorlar. Ayrıca boyun kasları zayıfladığı için halkalar bir anda çıkarılırsa boyunları kırılabiliyor ki bu da kesin ölüm anlamına geliyor. Ancak bu durum onların turistlerin ilgi odağı olmasını engellemiyor. Bugün yüzlerce insan güzelleşmek uğruna hayatlarını tehlikeye atan bu kadınları ziyarete geliyor. Ve Burma’dan kaçan bu kadınların sırf turizm geliri için kötü şartlarda zorla tutuldukları iddiaları insanın tüylerini ürpertiyor.

Gerçekten de Dünya’nın farklı bölgelerinde yaşam biçimlerini ve kültürlerini hala koruyan topluluklar ve kabileler bugünlerde yabancı turistlerin ilgi odağı.
Yakında Vogue’a kapak bile olabilirler…
Picture
Güney Afrika’da beni yemeden içmeden kesen, heyecandan uyutmayan bir seyahat vardı; Ndebele kabilesine yapacağımız ziyaret.

Üzerlerine giydikleri renkli battaniyeler ve boyunlarına geçirdikleri halkalarla Tayland’ın Zürafa kadınlarını andırsalar da, ona ek olarak sanatçı bir kabile sayılırlardı. Evlerinin duvarlarını rengârenk geometrik şekillere boyamak onlar için yüzlerce yıllık bir gelenekti.

Bulundukları yere gidebilmek için bir cip kiralamış,(dağların başında bir yerlerde olacaklarını tahmin ederek) erkenden yola çıkmıştık. 3.5 saat süreceğini tahmin ettiğimiz yolculuk sırasında gördüğümüz ‘Ndebele’ tabelasi bizi oldukça şaşırtmıştı. Asfalt yol hiç sona ermemiş ve bizi bir Nizamiye kapısına getirmişti.

Hayli sıkıldığı belli olan adama döndüm…

-Beyefendi biz galiba yanlış geldik… Ndebele kabilesine ulaşmaya çalışıyoruz. Acaba hangi dağa tırmanmamız lazım. Oraya nasıl ulaşabiliriz?

Adam iki dudağı arasında tuttuğu kürdanı biraz daha emip eliyle tutup çıkardıktan sonra ‘off yine geri zekalılara çattık’ der gibi bize bakıp derin bir ‘üfff’ çektikten sonra

-Burası.. Giriş 5 Dolar.

-! Nakit paramız yok…

-Kredi kartı geçerli…

-!!!!!

İçeriye girdiğimizde suni bir şekilde kurulmuş bir insanat bahçesini andıran köye girdiğimizde şaşırdık. Ndebele’lerin ürettiği battaniyeler raflarda satılıyordu. Boyunlarına sardıkları halkalar ise cırt cırtlıydı ve plastikten yapılmışlardı.

İçlerinden bir tanesi ile ‘Ev-ler gü-zel.’ Şeklinde İngilizce iletişim kurmaya çalıştığımda bana dönüp gayet mükemmel bir İngilizce ile “Evet çok güzeldir. Gelecek hafta Hollanda’ya gidiyorum, orada zengin bir iş adamının evini boyayacağım. Bir ay kadar kalacağım” dediğinde küçük dilimi yutacak gibi olduğumu hatırlıyorum.

Bir diğeri ise ‘Deep Forest’ grubunun klibinde rol aldığını ve yakında MTV’de yayınlanacağına bile söylemişti.

Güney Afrika, kabileleri ve onların el sanatlarını adeta şirketleştirmişti.

Giriş parası veriyor ve ardından, sabahleyin arabaları ile gelip, kabile kıyafetlerini giyip, mesai bitimden yeniden soyunup günlük kıyafetlerini giyip şehirdeki evine dönen kadrolu kabile üyelerini ! ziyaret edebiliyordunuz. Aynı alan içinde Afrika’nın farklı yerlerinde bulunması gereken bir sürü kabile yer alabiliyordu. Mesela sağdaki ok ‘Zulu’ları işaret ediyor, soldaki ok ise Xhosa kabilesini giden yönü gösteriyordu. Sadece 10 adım atarak bambaşka bir kabileye misafir olabiliyordunuz.

Dünyanın dört bir yanında kültürlerini ve yaşam biçimlerini ve bu sayede el sanatlarını korumuş toplulukların değeri bugünlerde yeni yeni anlaşılıyor. Bu nedenle onları süsleri, el sanatları ve yüzyıllardır değişmeyen modaları da gelişmiş ülkelerin ilgisini çekmeye başladı. Kabileler bu nedenle artık A.Ş leşiyorlar.

Keşke bu etki bununla sınırlı kalmasa. Aynı topluluk ve kabilelerin insanlığını da Batı Medeniyetine ihraç edebilsek… Biz onlarınkini bozmadan…

Comments are closed.