Zaman Yolcusu Kalmasın

H. G. Wells’ in 1985 yılında ünlü romanı Zaman Makinesi’ni yazmasından bu yana güncel bir bilim-kurgu tartışmasıdır:  Gerçekten yapılabilir mi? Bir insanı geçmişe veya geleceğe taşıyacak bir makine inşa etmek mümkün müdür?

Bence  makineyi filan boş verin. Zor iş  vesselam… Yok makineyi inşa et, hırdavatçıdan eksik parçaları bul, bulamadıklarını eski mutfaktaki çatal bıçaklarla tamamlamaya çalış,  usta malzemeden çalsın sonra makine yanlışlıkla dinozorun tam ağzında dursun, sandalye rahatsız bel fıtığım azar mı?…Gerçekten değmez. Hele ki dünya 2000’li yıllara gelmiş olsa bile, taş devrinden, uzay çağına tüm zaman ve dönemleri şu anda içinde barındırıyorsa…

İşte zaman makinesi inşa etmeye gerek kalmadan, geçmişten geleceği durak noktaları. Artık gezginlik sadece mekan değil, zaman avcılığı anlamına da geliyor…




(Fotoğraflar: Coşkun Aral)

TAŞ DEVRİ
: Bire bir taş devri şartlarını bulmak o kadar da kolay değil. ‘En ilkel kabile’ diye adlandırılan yerlere gittiğinizde bile sizi elinde kola şişesi ‘ChicagoBulls’ t-shirt’ü giymiş insanlar karşılayabiliyor. Ama öte yandan ilkel kabilelerin Şamanlarına hapsız, stretoskopsuz, sadece şarkı, dans ve duman ile tedavi olabilmeniz de mümkün… Ve ister inanın ister inanmayın. İşe yarıyor!.

Kabilelerin festival zamanları gidecek olursanız, o zaman gerçekten de geçmişten bir kesiti yaşıyormuş gibi hissedebilirsiniz. Bunun için en uygun ziyaret Batı Gine, yani şimdiki adıyla İrian Jaya’daki Dani kabilesine yapılacak bir ziyaret.. 1800 metre yükseklikte Baliem vadisinde yaşıyorlar… 1938’de varlıklarının farkına varılmış. Uçaktan başka bir vasıta buraya ulaşmadığı için, benzin, yiyecek, içecek, her şey havadan geliyor. Kabilenin erkekleri anadan doğma, tenasül uzuvlarına geçirdikleri bir kabakla dolaşıyorlar. Kabak kılıf gibi geçiriliyor, ucu da sicimle bele bağlanıyor. Görüntü de çok rahatsız gibi görünse de, yürüyüşlerine baktığınız zaman, sanki benim en rahat eşofman altını giymişçesine dolaşıyorlar.. Balkabaklarının kiminin ucunda kuştüyü, kiminin üzerinde desenler var. Çok şükür ki bu konuda misafirlerinin uyum sağlaması beklenmiyor…

1950’LER: Elbette Küba… Bunun en baş nedeni ise sokaklarda sık sık rastlayacağınız ve ülkenin adeta sembolü olmuş olan 1950 model klasik arabalar.

Havana’ya gittiğimde  tek hayalim,uzun sahil yolunu Küba’nın simgesi haline gelen 1950 model bir taşıt ile boydan boya geçebilmekti. Araba kiralayabileceğim merkezlerden birinden iki saat için üstü açık beyaz bir Chevrolet kiraladım. Adam bana kullanmamın yasak olduğunu, ancak şoförlü kiralayabileceğini söyledi. Epey bir  ısrarın ardından ise neden izin veremeyeceğini kibarca(!) anlattı:  elini boğazına götürüp, keser gibi yapıp “sonra Fidel beni kıhh” dedi. Bir süre sonra ‘direksiyonda bir poz çekelim bari’ ayaklarına yatıp, epeyce bir dil döktükten sonra, şöför, Fidel’den dolayı olmasa bile benim çenemden dolayı hayatının tehlikede olduğuna kanaat getirip, arabayı kullanmama izin verdi. Radyoda ‘Compay Segundo’ çalıyordu.  Yanımda Küba’nın diğer bir simgesi olan puro’yu içen şoförden tatlı bir kurumuş yaprak kokusu geliyordu. Tam havaya girmiş, şoförün çektiği fotoğraflara ‘Kübadaydım’ mesajı verebilecek pozlar vermekteyken Malecon’daki setten sekerek üzerime bir dalga geldi. Üstü açık arabanın içinde sırılsıklam oldum. Kimse şaşırmadı. Bu Küba’da sıran bir gündü…

Küba’da insanı geçmişe götüren bir şey daha vardı.. Bir eksiklik… Bir şeyler eksikti. Ama ne?. Eksikliğini fark ettiğim ama  kesinlikle özlemediğim bir şey vardı…Aaaaa REKLAM YOK!’

Küba’da tek bir reklam bile yoktu. Yarabbi meğer bu reklam panoları ne büyük bir kirlilik yaratıyormuş. Bana sanki daha fazla ağaç, daha fazla kuş, daha fazla deniz görüyormuşum gibi geliyordu. Ve bunun nedeni bina azlığı değil, manzaramı engelleyecek reklam panolarının olmayışıydı.

UZAY DEVRİ: Yuri Gagarin Kozmonot Merkezi ,bizim gibi sıradan insanlara açıldığından beri, bir astronot olmak neymiş tadabilmek mümkün… tabii cüzdanlarda hafif delik açabilecek ufak! bir meblağ karşılığında…MİG savaş uçaklarıyla stratosfere çıkıp, dünyanın yuvarlak şeklini kimsenin çıkamayacağı bir yükseklikten görebilirsiniz… Tabii uçağın hareketlerinden hala kusmamış veya bayılmadıysanız…  Uzay merkezinin bir diğer sürprizi ise yer çekimsiz hava uçakları… Ben, beni bir odaya götüreceklerini ve kapıyı ardımdan sıkı sıkı kapayacaklarını umuyordum. Benim hayalimde, dışarıdaki kumanda odasında birileri bir düğmeye basacak ve ben o odanın içinde uçmaya başlayacaktım. Bunu, yanımızda bize eşlik eden kozmonota anlattığımda epey güldü. “Biraz bekle ve kendin gör” diyerek merakımı iyice arttırdı. Biraz sonra havaalanına ulaştık ve bir uçağın yanında durduk. Uçak 25.000 feet ile 35.000 feet arasındaki alana ulaştığında 45 derecelik bir acı oluşturup, artan kuvvetli bir hızla tırmanışa geçiyor. 2 G kuvvetinde bir çekim gücünü tüm vücudumuzda hissediyoruz. Sanki bir el ensemden yere doğru bastırıyor ve ben ne elimi ne kolumu kımıldatabiliyorum.

Ve derken hoparlörden yerçekimsiz ortama hazırlanmamız için uyarı anonsu yapılıyor. Ve uçak bu sırada motor gücünü neredeyse kapatıp aşağı doğru kendini bırakıyor. Ne olduğunu anlamadan tavana doğru uçmaya başlıyoruz.  60 kilo olan ağırlığımdan eser yok. Havada süzülüyorum. Önceleri durumu kontrol edemiyorum. Daha sonra yer çekimsiz hava ortamını kontrol edebilmeye başlıyorum. Sanki suyun içindeymişçesine bir takla bile atıyorum. Artık ölsem de gam yemem. Ve öldükten sonra bir daha tekrar hayata gelmesem de olur. Nasıl olsa 100 yıl sonrasını şimdiden yaşadım bile…

Comments are closed.